12 Kasım 2017 Pazar

İnsan Ne İle Yaşar? - Lev Nikolayeviç Tolstoy

Bazı kitaplar,yaşamın koşturması içinde size mola verdirir,nefes aldırır,hatırlatır ve idrak ettirir.Sizi sürekli kendinizi sorgulatıcı bir hesaplaşmaya davet eder çaktırmadan...

Yaşam içindeki rollerinizi, topluma karıştığınız anlarda tanıyın tanımayın kime nasıl davrandığınızı, inancınızı, sevginizi, nefretlerinizi, kabul edişleriniz yahut reddedişlerinizi, insanlığınızı, ruhunuzu ve ruhunuzda öne çıkan özelliklerinizi, bir olay veya durum karşısındaki ilk tavırlarınız, düşünceleriniz ya da önyargılarınız vs. gibi sorgulamaları size güzellikle yaptıran bu kitap sahiden de öğretici nitelikleri çokça barındırıyor...

Anlatılan hikayeler ve hikaye dili basit gibi görünse de, yani çok ağır edebi bir anlatım diline sahip olmasa da, vermek istediği mesajlar,anlatılmak istenen her şey bizleri tamamen ilgilendiren konular.Temel konular ve nokta atışları...

Aklı başında bir düşünüşle yaşamlarımızın tüm evrelerinde ve varacağımız nihai noktaya kadar bizi kapsayan her şeyde bize idrak yolunu gösteren ve bu yolda özellikle 'Sevgi' yi altını çize çize zihnimize ve ruhumuza kazıma yoluna giden bu kitap, aslında zaten hep bildiklerimizi ama 'gerçekten kimsin,nesin,öyle misin,değil misin?' gibi sorularla bize özeleştiri yapmamıza imkan veriyor..

Size tavsiyem bu kitabı, eğer çalışıyorsanız işe gider gelirken yolda okuyun, tam da hayatın içine dahil olmuşken...Metroda,otobüste gibi. Kafanızı ara sıra kaldırıp bir bakının etrafınıza,insanları izleyin,kalabalığı,kalabalıkta gizlenenleri..Her hayat bir hikaye elbette..Bunu zaten istemdışı yapacaksınız..Okuduğunuz hangi bölümdeyken bu eylemi gerçekleştireceksiniz ona da dikkat edin...

Ruhunuzda eskiyen yahut hiç kullanmadığınız belki de unuttuğunuz bazı duygular emin olun yeniden uyanacaktır..Çünkü bakış açınız daha insani boyutuyla değişime uğrayacak ve sanki hafiflediğinizi hissedeceksiniz...
Kim bilir?

Uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı.

Her kitap için en doğru okunma zamanı mutlaka var.Buna daima inanıyorum.
O kitap zaten sizi buluyor...
Hayat yorucudur herkes için ve bazı şeylerden biraz yorulduğunuzda bu gibi kitaplar sizi silkelemek için devreye girme zamanını bekler ve avuçlarınıza gelir,ruhunuza temas eder.

Neticede hepimiz insanız ve insan kusurludur.Fakat doğru yollar hep açıktır.


Gönlünüzü ve ruhunuzu neyle beslediğinize bir bakın!
Siz iyiye ve doğruya açıksanız o yol da size açılır...
Biraz yenilenmek ruha iyi gelecektir.. ;)


Ruhunuzun iyide,güzelde ve sevgide kalması dileğimle...


Keyifli okumalar...


Özlem BAYIR

Göğe Bakma Durağı - Turgut Uyar

'Ben hep sıkıntılıyım...Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak...
Pis bir köleliğe ve sonsuz çılgınlığa varacak bir oluşumu sıkıntıyla bekleyen bölünmez Varlık'ın ben'i...
Ondan severim sıkıntıyı...
Sevincin o amansız,o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni...
Ne söylenmişse ve ne söylenmemişse,
ne yapılmışsa ve ne yapılmamışsa,
ne düzeltilmişse ve ne düzeltilmemişse ondan sıkılan...
Belki söylenmemişin,yapılmamışın ve düzeltilmemişin telaşı içinde biraz.
O kadar.
Ve sıkıntılı...
İşte böyle başlıyordu her yerde mutsuzluk.
Ve mutsuzluk büyük bir umut gibi çekiyor kendine beni...'

Turgut Uyar'ın "Ben" adlı anlatısından...

10 Eylül 2017 Pazar

'Normal İnsan Kurgudur!' Michel Foucault


''Kafka’nın değişim eserinde hayvanlaşan hayat anlayışımızı kaç kişi anlayabildi ki, intihar etmek için çabalarını kaçımız düşündü ki, yoksa hasta bir kişiliği mi okuyoruz?

Kaç kişi sanat adı altında Mozart’ın sarayda kızların peşinde koşarken krala yakalanmasını biliyor ki? Kız çığlıklar içinde kaçarken Mozart onun peşinde koşuyordu. Üstü başı dağınık, kendinden geçmiş bir halde kralı karşısında görünce susmak yerine krala şunu demişti: 
“Ben bayağı biriyim ama yazdıklarım bayağı değildir.”

Zweig’in, Tanrı’nın bileklerinden tuttum derken, “kaderime ben hakimim” demek istediğini. Hugo’nun kadın düşkünü olduğunu, Dostoyevski’nin kumar tutkunluğunu, Balzac’ın dolandırıcılığını, Poe’nin ayyaş olana kadar içtiğini, “sen sarhoş mu yazıyorsun?” dedikleri zaman, kaç kişi yüzünde beliren sanat anlayışı ile yaşamının arasındaki uçuruma kendini koydu?

Tarih deliliklerle dolu, kaç kişi bu deliliklerin arasında yolculuk yapmak ister?

“Gecenin mahremiyetini yırttım” derken Rimbaud’u kaçımız anladı, Verlain korkularının kendini uyutmadığını, Nietzsche otel odasında kusmukları içinde ölürken yanında hiç kimsenin olmamasını, Miller’in karısını sattığını bile bilmiyoruz belki de…

Gorki gibi yazabilmek için on yılımı harcarım diyebilecek kaç deli var aramızda, Descartes’ın aklın kuralları eserini yazdıktan sonra tebessüm içinde övünerek kahvesini yudumladığını, kendi romanında kurguladığı kişiliğe herkesten önce kendisinin inandığı Gogol gibi, kaç kişi var kurgusuna güvenen?

Tarih deliliklerle dolu…

Cipolla’nın iktisat tarihine meydan okuduğunu bile unutmuşuzdur.

İbni Sina’nın “tıbbı üç kelime içine alıyorum” dediğinde kibirli halini , batuta her gördüğü yüze inancını sorduğunu, Farabi mutluluk teorisini kalem alırken mutsuz olduğunu kaçımız düşündü ki?

Düşüncelerin sakıncalı olabileceğini bile kralların savaşları kaybettiklerinde anladıklarını, kardeş kavgalarının gölgesinde suskunlukları, saray odalarında musiki yerine Fransız müziğinin seslendirildiğini, kaç kişi gerçeklerin bizim düşündüğümüz gibi olmadığını biliyor ki?

Tarih deliliklerle dolu….

Sanat anlayışını hayatları ile kıyasladığınızda kaç sanatkar, kaç yazar, kaç şair, aklımızda hayal etmiş olduğumuz şekilde yaşadı ki?

Sanat delilik ister demiyorum, ama sanatkar deli olabilir…''

Alıntı: https://www.facebook.com/antiotoritereskisehir/photos/a.375210232663765.1073741828.356685547849567/718850771633041/?type=3&theater

Biz Kadınları Hiç Sevmedik!


Bu yazıyı yazan bir adamı yüreğinden öpüyorum 

Biz kadınları hiç sevmedik!
Saçlarını sevdik, hele bir de sarışınsa daha çok sevdik
Ağızlarını sevdik, hele bir de şehvetli ve dolgun ise daha çok sevdik.
Göğüslerini sevdik…
Bacaklarını sevdik, hele bir de sütun gibiyse bayıldık.
Kalçalarını sevdik…
Gerçekten güzel vücutlu ve “çıtırsa” daha çok sevdik…
Yolda, arabada, televizyonda, internette onlara hep “baktık”
Her yerlerine iyice ve dikkatle baktık.
Pek iyi görememiş olacağız ki bir daha baktık.
Bir daha ve bir daha…
Kadınların her yerlerine baktık ama gözlerine ya hiç bakmadık ya da baktığımızda çok geç olmuştu…
Biz kadınlara çok dokunduk! Onlar istese de istemese de dokunduk.

Son yıllarda dini motiflerden güç bulanlarımız oldu.

Eh! Yozlaşan toplum ve geç gelen hatta hiç gelmeyen adalet olunca da 13-14 yaşındaki çocuklara bile dokunmaya başladık! Sapık damgası yemeyi göze alanlar bile şaşırdı çünkü sapık diye haykıran ne kadar azdı!

Kadınlara dokunmada dünya sıralamasında üst yerlere geldik… 2009 itibariyle rakamlar oldukça “umut verici!!! “

% 40 ını sürekli dövdük
%45 ine duygusal şiddet uyguladık (küfür, hakaret, küçük düşürme)
%16 sına zorla sahip olduk (ve olmaya devam ediyoruz)
Tüm bunlara maruz kalan her 3 kadından biri intihara kalkıştı ama biz hiç oralı olmadık (hem bize ne değil mi? Fener ya da Cimbom maç kaybedince çok üzüldük ama kadınlar söz konusu olunca pek oralı olmadık)
% 9 una daha masum birer çocukken bile dokunduk.

Ama onlar hep sustular. Çünkü konuşsalar kimse inanmazdı. “kim bilir neler yaptın ki sana tacizde ya da tecavüzde bulundu amcan ya da komşun” bu da sana ders olsun, türünden tepkiler görecekti.

Ama bu ders o kadar acıdır ki biz erkekler bilemeyiz. Bizlere sorduklarında %25 imiz “bazı durumlarda kadın dövülür” demeyi doğal bir şey gibi dile getirdik.
% 51’i erkekler ile tartışmayı bile “saygısızlık” sanıyor artık. %36’sı kendisi para kazansa bile parasını nasıl harcayacağına karar veremeyeceğine inanmış ya da inanmak zorunda kalmış. % 52’si “erkek kadından sorumludur” diyecek kadar kadınlığını unutmuş ya da unutturulmuş. % 49’u “erkek ne zaman isterse bana sahip olabilir benim itiraz hakkım olamaz” diyecek konuma gelmiş ya da getirilmiş!
Hal böyleyken kabul edelim biz kadınları kullanmayı çok sevdik. Evde, işte, siyasette, okulda kısacası her yerde…

Parti kongrelerinde sözde liderler konuşurken arka fonda 3-4 kadın vardı hep. Onlardan vitrin yaptık, imaj yaptık. Başörtülü, normal türbanlı, modern türbanlı ve türbansız…

"Cennet anaların ayakları altında" diye diye büyütüldük ama anaları hep ayaklarımız altında çiğnedik, ezdik, tepikledik…

14 şubat sevgililer günü ya da anneler gününde bir kaç saat ara verdik ama sonra yine ezmeye devam ettik.

İş verirken bile onları hep düşündük! İş yerinde gözümüz gönlümüz açılsın ya da malum niyetler ile bayan eleman aranıyor ilanı vermeyi çok sevdik.

Bu ülkede kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biz erkekler bilemeyiz. Çünkü artık konuşmuyorlar, konuşamıyorlar, konuşturulmuyorlar.

Bu ülkenin kurucusu Atatürk 1930’lu yıllarda Türk kadınına dünyadaki birçok çağdaş ülkeden önceden hak ettiği hakları verdiğinde umutlanmıştık. Çünkü o Atatürk’tü ve Kurtuluş Savaşında bebeğinin kundağında mermi taşıyan anayı ya da cephede erkeği ile göğüs göğüse savaşan bacısını unutmamıştı. İhanet edemezdi ve etmemişti de. 
Ama biz ihanet ettik! 
Türkiye nereye gidiyor? diye soruyor herkes birbirine.
Oysa cevap ne kadar da açık değil mi? 
Türkiye hızla ve şevkle karanlığa gidiyor. 
Hatta koşuyor…
Çünkü kadın yok oluyor, yok ediliyor…

Benim annem, kız kardeşim, sevgili kızım yok oluyor…

Kadını yok olan ülkenin gideceği yol bellidir. 
Karanlık ve onursuz bir gelecek…


29 Ağustos 2017 Salı

Elvis Presley, Hâlâ Yaşıyor mu?



Müzik dünyasında, uzun ara unutulur, konuşulmaz ve üzerinde fazla durulmaz gibi görünse de, gündeme geldiğinde pek çok müzikseverin yakın ilgisini çeken bir konudur: Elvis’in sağ olup olmadığı…
Dünyanın neresinde olursanız olun, konu açılıp ta “Elvis Yaşıyormuş” deyiverirseniz insanların ilgisini mıknatıs gibi çekersiniz…
Ama bir yer hariç… Orası da Memphis, yani Kral’ın memleketi…


Neden mi? Kendinizi birkaç dakikalığına bir Memphis’linin yerine koyun ve düşünün. Dünyanın en şöhretli sanatçısının varlığını yaşamışsınız, ölümüne üzülmüş, o görkemli cenaze konvoyunu gözlerinizle görmüş ve Kral’ınızı kalbinize gömmüşsünüz.
Peki sonra ne mi olmuş? Adamın ölümünden daha 10 ay geçmeden orada burada görüldüğü iddiaları başlamış, heyecan, hareket, yorum, soruşturma derken seneler geçmiş (dile kolay 29 yıl) ve bugün Memphis, polis merkezlerine günde ortalama 180-200 adet “Elvis’i gördüm, koşun, yetişin !!!” ihbarının at koşturduğu bir yer haline gelmiş, yerel gazetelerde ise (her nedense hep) uzaktan çekilmiş flu fotoğraflarla süslenen tonlarca, sütunlarca kelime, cümle, makale….. “Resimdeki bu adam Elvis mi?” …. Sonuç ; Acaba???.
Şimdi siz, bir Memphis’li olarak birisi size “Elvis yaşıyormuş” dese elbette artık öyle ahım şahım heyecanlanmazsınız. Ama şu var ki, her Memphis’linin kafasının bir köşesinde az ya da çok, bir gün havaalanına iniş yapan özel bir uçaktan Elvis’in inmesi ve doğruca Graceland’a gitmesinin hülyası yatmaktadır.
abii bana kalsa o uçak İstanbul’a, Hezarfen’e inmelidir…
Şimdi gelelim Elvis’in yaşadığına dair bir takım bulgulara…
Ya da, biz buna Elvis’in ölümünün yalan, bir düzenleme olduğu kanaatlerini kuvvetlendiren durumlar, olgular, kanıtlar diyelim…
İlk şüpheli oluşumlar 1977 Haziran’ında başlıyor… Elvis, 1977’nin ilk yarısına kadar geçen süre zarfında yanında, ama çok yakın çevresinde çalışan kişileri işlerinden kovmuştu. Bunların başında özel muhafızları olarak görev yapan okul yıllarından arkadaşı Red West, Sony West ve 1974’den beri yakınından bir dakika olsun ayrılmamış olan muhafızı ve karate hocası Dave Habbler de vardı. Bazı Graceland çalışanlarının yarısından çoğu Mart ayında işten uzaklaştırılmış, yerlerine yeni eleman alınmamıştı…

Elvis’in yanında senelerce görev yapan Red West, Sony West ve Dave Habbler, kovulur kovulmaz yazdıkları “Elvis, What Happened?” (Elvis Ne Oldu?) adlı kitapta işten çıkarılmalarının nedeni olarak şöyle demişlerdi ;
– Bir gün Bay Presley (Elvis’in babası Vernon Presley’e “Mr.Presley diye hitap edilirdi) bizi topladı ve masrafların arttığını, tasarrufa gidileceğini ve ücretlerimizin azaltılacağını söyledi. İtiraz ettik, bakmakla mükellef olduğumuz ailelerimiz vardı. Bay Presley, düşük ücret konusunda kararlıydı ve aksi halde ayrılmamız gerektiğini söyledi. Elvis bizimle hiç konuşmadı, çünkü 42 yaşında halen koca bir bebek olan Elvis’in tüm idari, maddi ve hukuki işleri Baba Presley’in komutası altında yürütülüyordu. Bize göre çok yanlış şeyler yapılıyordu ve sonuçta kırgın olarak ayrıldık…

SORU : Ödediği vergiler ile Tennessee Eyaleti’nde zaman zaman rekorlar kıran, ödüller alan, müzikal yaşamı boyunca hiçbir çalışanıyla maddi sorunu olmayan, sevdiklerine en ucuz hediyesi son model Cadillac olan bir Elvis Presley’in bir anda tasarrufa ihtiyacının olması doğal kabul edilir mi?
Acaba işten çıkarılanlar 16 Ağustos sonrası için yapılan bir hazırlığı fark edebilecek veya farklı giden bir takım işlerden şüphelenecek kadar mı Elvis’e yakındılar?
SORU : Elvis’in gerek şöhreti, serveti, gerekse de sosyal konumu dolayısıyla sürekli kaçırılma ve ölüm tehditleri aldığı biliniyorken, böyle bir ortamda, en yakınında ve en tecrübeli 3 muhafızının işine, sırf tasarruf diye son verilmesi, sıradan bir gelişme olarak kabul edilir mi?
Kral, hayata veda ettiği gün biricik kızı Lisa Marie Graceland'laydı. “Ne var bunda yani, kızı değil mi, evi değil mi, olamaz mı?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Elbette olur. Priscilla ile boşanmalarından sonra Lisa Marie annesiyle Los Angeles'ta kalıyor, ara sıra, ama Elvis’in konser turnesi olmadığı zamanlarda Memphis’e geliyor babasıyla bir-iki gün geçirip tekrar annesinin yanına ve okuluna dönüyordu. Özellikle 1975-77 arası gayet yoğun geçen konser turneleri nedeniyle baba-kız’ın çok uzun süre bir araya gelemeyip, çoğu zaman sadece telefonla görüştükleri biliniyordu.
1977’nin 27 Haziran’ındaki o meşhur “son konser”den sonra Elvis’in yakın çevresinin de dikkatini çeken ilginç gelişmeler oldu.
O ana kadar ayda bir Memphis’e gelip en fazla 2-3 gün kalan Lisa Marie, babasının istek ve girişimleriyle daha sık gelmeye ve daha uzun süre kalmaya başladı. Elbette Elvis’in kızına olan sevgisi ve düşkünlüğü biliniyordu, ama periyodik olarak Lisa Marie’nin geliş gidişleri devam ederken, her şey yolunda giderken birden bire artan bu özlem ve beraber olma arzusu önceleri pek dikkat çekmedi.
Peki, neydi dikkat çeken?
Elvis, Memphis’e sık sık gelip giden kızıyla Ağustos’un ilk haftasında da beraber olmuş ve Lisa Marie Los Angeles’e dönmüştü. Ancak…
Ancak, Elvis kızının gidişinden daha dört gün sonra en yakın çalışma arkadaşı, sırdaşı Joe Esposito’dan “Lisa Marie’nin Memphis’e gelmesini” sağlamasını istediğinde Esposito, Kral’a en yakın kişi olmanın verdiği cesaretle sordu ; “Daha birkaç gün önce beraberdiniz, neler oluyor Elvis?”
İşte, tüm dikkatleri bir anda farklı düşünmeye yönelten cevap :
“Kızımın, hafızasında beni iyi hatırlamasını istiyorum…”
Elbette Joe Esposito, bu cevabı o an, Elvis’in kızına olan sevgisini bildiği için biraz tuhaf karşılamakla birlikte olumlu karşıladı ve ertesi gün Lisa Marie, Graceland’a geldi. Ne var ki bu geliş 4 gün sonra kabusa dönüşecekti.
SORU : Elvis’in “O gün” itibarıyla 9 yaşında olan Lisa Marie’nin, kendisini gerek kişi olarak, gerekse de görüntü olarak iyi bellemesi için özel bir çaba içinde olduğu iddia edilebilir miydi?
Yoksa Elvis, kendi yaşamıyla ilgili farklı bir şeylerin gelişeceğini ve bir daha biricik kızıyla bir araya gelemeyeceğini biliyor muydu?


Devam edelim…
Ölümünün resmi ilanından sonra veraset işleri yapılırken, Elvis’in banka hesapları kontrol edildiğinde özellikle 1977’nin ilk aylarından itibaren yüklü miktarlarda nakit çıkışlar yapıldığı ve öldüğü gün, hesaplarında toplam ve yaklaşık olarak, 200.000.- U.S. $ gibi insanları hayrete düşüren komik bir miktarda nakit parası olduğu tespit edildi…
SORU : Sahnelere döndüğü 1969’dan itibaren, 1977 Haziran’ı dahil tüm konserleri “kapalı gişe” olan, film ve konser ücretlerini daima nakit ve peşin alan ve 17 Ağustos Portland-Maine konseri dahil, yıl sonuna kadar tüm konser biletlerinin yaz ortasında tükendiği, devlete tek kuruş ödenmemiş vergi borcu olmayan bir Elvis Presley’in, ömrünün son günlerinde neredeyse parasız kaldığına inanmak, acaba mümkün müdür? Ya da…
Hakikaten bu servet bu kadar azalmış mıdır, yoksa bu servetin önemli bir bölümü 16 Ağustos’tan sonra kurulacak yeni bir yaşamın tesis edilmesine mi tahsis edilmiştir?

Küçük ve pek dikkat çekmeyen bir nüansı değerlendirelim şimdi…
Her zaman konserlerinde final şarkısı Can’t Help Fallin’ in Love’a başlamadan önce Elvis, şöyle veda ederdi seyircilerine ;
– Thank you very much ladies and gentlemen, be carefull yourself and God blesh you, goodbye… (çok teşekkürler, kendinize iyi bakın, tanrı sizleri korusun, hoşça kalın…)

Ancak, Elvis, 19 Haziran Omaha, 21 Haziran Rapid City ve 27 Haziran Indianapolis Market Square Arena’da verdiği “en son” üç konserinde “goodbye” yerine “adios” kelimesini kullanmıştır.
İspanyolca’da “adios” kelimesi “elveda” anlamındadır ve ayrılıklarda ama bir daha görüşülmeyecek ayrılıklarda kullanılan veda kelimesidir.
SORU : O tarihten bir sonraki konseri 17 Ağustos’ta olduğuna göre, Elvis, bir daha seyircisiyle görüşmeyeceğinin bu kadar bilincinde miydi ki, o konserlerini “adios” diyerek bitirdi?
Elvis’in cenaze töreni de her zaman çeşitli spekülasyonları gündeme getirmiştir. 




Elvis bizim ölçülerimizle 1.80 boyunda ve yaklaşık 120 kg ağırlığında olan geniş yapılı (eskilerin tabiriyle boylu boslu kalıplı) bir adamdı. Dolayısıyla onun için özel yapım bir tabut gerekecekti. Elvis kendi cenaze törenine, boş ağırlığı yaklaşık 200 kg. olan içi özenle döşenmiş, çok pahalı ve çok özel yapım bir tabut içinde iştirak etti…

SORU : Özel yapım olduğu belli olan tabut neden bu kadar ağırdı ve Presley Ailesi böyle özel yapım bir tabutu Elvis’in öldüğü günün akşamına hemen nasıl yetiştirebilmişlerdi? Yoksa bu tabut Graceland’ın bilinmeyen karanlık bir köşesinde “o gün” için hazır mı bekletiliyordu?
Elvis’in tabutunu taşıyanlardan (12 kişi) bazıları sonradan yaptıkları açıklamalarda bu kadar çok ağır bir şey taşımalarına bir anlam veremediklerini ve tabutun dış yüzeyinin dokunulmayacak kadar soğuk olduğunu belirtmişlerdi…
SORU : Tabut, içinde Elvis varmışçasına mı böyle ağır imal edilmişti? Ve neden soğuk hissedilmişti? Yoksa söylentilerdeki gibi tabutun içine yerleştirilmiş mumdan yapılmış bir Elvis heykelciğinin Ağustos sıcağına dayanması mı sağlanmaya çalışılmıştı?
Tabutun içindeki Elvis’in duruşu, şekli, konumu, yüzü, saçları, favorileri de çok tartışma konusu olmuştu… Bazılarına göre saçları kısaydı, favorileri yamuktu, burnu alnıyla düz gibiydi vs. vs. vs…
Graceland’daki saygı geçidinde tabutun kapağı açıkken önünden geçenler, o büyük anın şokunu üzerlerinden attıktan ve özellikle de yukarıda saydığımız gelişmeler ortaya çıktıktan sonra 4 farklı görüşe bölündüler.

Birinci görüşe göre, tabutta yatan Elvis’ti ve ölümü gerçekti…
İkinci görüşe göre, tabutta Elvis’in balmumundan yapılmış bir heykeli vardı… Olabilir miydi? Tartışılır… Ama bence olamazdı…
Bu, balmumundan heykel görüşüne katılmak pek mümkün değil.
Neden derseniz, bir hatırlayın, dünyanın en kusursuz balmumu heykellerinin yapıldığı Londra’daki Madame Tussauds Müzesi’nde Elvis’in ölümünden birkaç ay sonra sergilenen Elvis heykeli hiç de Elvis’e benzemiyordu ve Elvis hayranlarının aşırı olumsuz tepkilerinden sonra sergiden kaldırılmıştı.
Sonradan yapılan yeni heykel yine Elvis’e benzememiş yine kaldırılmıştı. (Kaldı ki bu müzede bugün sergilenen, siyah deri, 68 Comeback Special kostümlü Elvis mumyası da Elvis’e yine pek benzememektedir.)
Yani uzun lafın kısası, Madame Tussauds’nun sanatkarları bile yaptıkları mumyayı Elvis’e benzetmeyi tutturamazlarken, böyle yetenekli bir mumya uzmanı(!) Memphis’te var mıydı???
Üçüncü görüşü savunanların iddiası ilginçti… Evet, tabutun içindeki şahıs Elvis’ti ama “ölü değildi, ölü taklidi yapıyordu”… Ve cenaze töreninden sonra Elvis çıkıp gitmiş, tabut boş veya dolu, gömülmüştü.
Daha sonraları bu iddiaya Elvis’in sporcu arkadaşları da katıldı. Olabilirdi… Elvis, adeta hastalık derecesinde uzak doğu sporlarına, bu spor türlerinin gizemlerine düşkündü.



Kütüphanesinde bu konularla ilgili bir sürü kitap vardı. Askerlik günlerinden itibaren merak saldığı karate, ju-jitsu, taek-wan-do gibi pek çok uzak doğu sporu sayesinde, sıradan bir sporcunun çok ama çok ötesinde muazzam bir vücut eğitimine sahipti. Onunla karate çalışan arkadaşları birkaç kez onun ölü taklidi yapar gibi uzun süre hareketsiz kaldığına ve nefesini çok uzun süre kontrol edebildiğine hayretle şahit olmuşlardı…
Dördüncü görüş sahiplerinin iddialarına göre ise, uzun süredir bir yolunu bulup ortalardan kaybolmayı planlayan Elvis, bir fırsat kolluyordu. Onu taklit eden “Elvis Benzerleri”nin çoğunu tanıyordu. Bu benzerlerden biri’nin ölüm haberi Elvis’e ulaşınca fırsat çıkıverdi. Tabuttaki kişi, ailesi maddi veya manevi ikna edilmiş ve birkaç makyaj hilesiyle biraz daha benzetilmiş bir Elvis Taklitçisi’ydi…
Ama bu görüşe katılmak çok zor. Elvis işini gücünü bırakıp, kendi benzerlerinden birinin ölümünü mü bekleyecekti? Ayrıca ölen kişinin yakınları (Allah göstermesin) siz olsanız, ikna olur muydunuz???
Bence dünyanın en insancıl kalbine sahip olan Elvis’in kendisi de asla ve asla böyle bir şeyi, değil yapmayı, düşünmeye dahi razı olmazdı… Geçelim…….. 

Ne olduğu belli belirsiz bir çok ilacı kullanıp vücudunu harap etmekle suçlanmıştır Elvis çoğu zaman… Ama yine yakın bazı dostlarının ifadesine göre Elvis, ilaçlar konusunda muazzam bir bilgiye sahipti. Özellikle, FBI’ın gönüllü narkotik büro şefi olduğu dönemlerde her türlü ilaç ve uyuşturucular konusunda bir eczacı kadar uzmanlaşmıştı.
Kütüphanesinde ilaçlarla ilgili pek çok kitap vardı, ama gariptir bu kitaplar Elvis’in ölümünden birkaç gün önce kaybolmuştu. 
Graceland’ın temizliğine bakan görevliler, kütüphanede temizlik yaparken göz alışkanlığı oldukları yaklaşık 20 adet kitabın, Elvis’in ölümünden sonra yerlerinde olmadığını söylemişlerdi…
SORU : Elvis, eğer ortadan kaybolmayı düşündüyse, artık herhangi bir tıbbi veya hukuki sorununu birilerine sormak gibi bir imkanı olamayacağı için, sağlıkla, eczacılıkla, hukukla veya her neyse, ilgili kitaplarını yanına almış olabilir miydi?
Memphis Uluslararası Hava Meydanı’nda Arjantin Hava Yolları bilet satış görevlisi Claire Howleen, 16 Ağustos 1977 Salı günü, gündüz vardiyasındaydı. O gün yaşadığı ilginç bir gelişmeyi şöyle anlatıyordu:

– O sabah listeye baktığımda o günkü 16:00 Buenos Aires uçağına John Burrows adına kayıtlı bir rezervasyon olduğunu ve henüz biletin alınmadığını fark ettim. Ancak uçağın kalkışından bir saat kadar önce bir adam geldi, pasaportunu gösterdi ve adının John Burrows olduğunu söyledi. O an elbette Elvis aklımdan bile geçmiyordu. Elvis’i biliyordum ama pek dinleyen biri değildim. Ancak, yine de karşımdaki kişinin Elvis’e çok benzediğini fark ettim. Uzun boylu, şişman, başında bere, sırtında keten ceket, kocaman gözlükleri, kalın favorileri vardı ve sakal tıraşı olmamıştı, hareketleri aceleci, biraz panikli gibiydi. İşlemlerini yaptım, aprona yürüdü ve kayboldu. Uçak kalktıktan 45 dakika sonra kahve almaya gittiğimde bir ara gözüm televizyona takıldı. Haberlerde Elvis Presley’in az önce hastanede öldüğünü söylüyorlardı. Ekrana Elvis’in son halinin görüntüleri geldiğinde ise şok olup kalmıştım… iki saat önce Buenos Aires’e yolladığım adam karşımda, bu kez ekrandaydı…
SORU : Elvis, Başkan Nixon tarafından FBI Narkotik Büro’da görevlendirildiği zaman kendisine ikinci bir kimlik verilmişti. Bu ikinci kimliğindeki adı John Burrows idi. Dikkat çekmeyen bu ismini Elvis, resmi iletişimlerinde ve özel mektuplaşmalarında da kullanılırdı. Bu isim Elvis’i nerelere kadar götürdü? Sonrası???

Elvis Presley, yaşamı boyunca pek çok rekora imza atmıştır. Bunların başında da elbette plaklarının satışları gelmektedir. Bu plak satış rekorları Elvis’in ölümünden sonra (ya da bu raddeye kadar gelmişken şuna Elvis’in kaybından sonra diyelim) tavana vurmuştur. Ancak, şimdi, yine pek az kişinin dikkatini çeken bir hususa değinelim…
Elvis’in, 1977 Haziran’ında yayınladığı son albümü “Moody Blue” listelerde 3. sıraya kadar yükselebilmiş ama ondan önce 1976’nın sonlarına doğru yayınlanan “From Elvis Presley Boulevard” albümü pop listelerinde 41. sıradan yukarı çıkmazken Country listelerinde 1. sıraya kadar çıkabilmişti… Yani her ne kadar Elvis plak ve albümleri 50’lerin sonu, 60’lar ve 70’lerin başı kadar çok satmıyorsa da Kral’ın yaptığı her çalışma fanatik hayranları tarafından satın alınıyordu.

Yani olaya plak sektörü açısından bakarsak, 1977’ye gelindiğinde bir Elvis albümü artık sadece sadık fanatikleri tarafından satın alınıyordu ve o nedenle 16 Ağustos 1977’nin sabah saatlerinde Memphis hariç Amerika’nın her yerinde, bütün müzik marketlerdeki raflarda Elvis albümlerine pek fazla rastlanmıyordu…
Ama birkaç saat içerisinde plak pazarında çok şey değişiverdi…
Elvis’in ölümünün ilan edildiği 16 Ağustos 1977’nin öğle sonrasından itibaren bütün müzik marketlere “bir yerlerden” Elvis albümleri yağmaya başladı. O günün akşamına kadar Memphis’te, ertesi günün sabah saatlerinden itibaren de Amerika’nın her yerinde, büyük küçük şehirlerdeki bütün plak satış yerlerindeki raflar sıra sıra ve diziler halinde, Elvis albümleriyle doldu, boşaldı, tekrar tekrar doldu…
Üstelik, bu plakların hepsi Elvis’in yirmi yıldır çalıştığı RCA etiketiyle çıkarılmıştı. Yani, Amerika gibi ticaret hukukunun son derece etkin olduğu bir ülkede korsan plak diye bir şey söz konusu olamazdı.

Elvis’in ölüm gününü saymazsak, 17 Ağustos Çarşamba gününden, sadece 22 Ağustos Pazartesi gününe kadar sekiz milyon albüm satışı olması yine bir Elvis rekoru olarak kayıtlara geçmiştir. Güzel… Şimdi soralım…
SORU : O günlerdeki teknik imkanlarda bir plağın tasarımı, basımı, üretimi, oldukça zahmetli, fiziki uğraşı gerektiren bir olaydı. Büyük makara bantlardaki master kayıtlar, ziftten imal edilmiş plaklar üzerine kaydediliyordu. Kapak basımı da başlı başına ayrı bir iş koluydu.
Peki öyleyse RCA, ölüm ilanının hemen akabinde, rekor sayıda, Elvis’in tüm albümlerini, üstelik seriler halinde, Amerika’nın her yerine iki günde nasıl yetiştirebildi?

Yoksa, RCA Firması da “o güne” önceden hazırlıklı mıydı????
Şimdi yine tüm Elvis hayranlarını heyecanlandıran bir diğer ilginç bölüme geçiyoruz. Bu defa konuğumuz, başarılı bir müzisyen ama artık hayatta olmayan Country şarkıcısı Jimmy “Orion” Ellis…
Daha önce de belirttiğimiz gibi, ölümünden önce de Elvis’in taklidini yapan epey profesyonel şarkıcı vardı. Bunların içinden Elvis’in de yakın arkadaşı olan Jimmy Ellis'in diğerlerinden farklı bir özelliği vardı.
“Orion” adıyla sahneye çıkan Ellis, Elvis gibi uzun boylu, gür saçlı, kilolu, cüsseli bir yapıya ve Elvis’le hemen hemen aynı ses tonuna sahipti.
Ama onun özelliği yüzündeki maskesiydi. Yüzündeki maske onun gerçek kimliğini gizler gibiydi…
Elvis öldükten sonra “Orion Show”lar fazlasıyla ilgi çeker oldu. Maskeli bir Elvis seyirciye eğlenceli, farklı ve ilginç geliyordu.
Bu gösteriler devam ederken, bir Elvis fanatiği ve Orion izleyicisi olan genç, yerel ve amatör muhabir Barbara Dowinson’un eline bir roman geçti. 1951’de Jonathan Creecker tarafından yazılmış olan “The Soul Mask” adlı romanda Jacky Jones adlı bir şarkıcının öyküsü anlatılıyordu. Çok ünlü ve hayranları yüzünden adeta nefes alamayan bir şarkıcı olan Jones, yaşadığı hayattan bıkıyor ve kurtulmak için kendisinin sahte ölümünü düzenliyor. Biraz rahatlıyor ama zamanla seyircilerinin ilgisini özleyen Jones, içindeki şarkı söyleme arzusunun önüne de geçemeyince, beraber plan yaptığı arkadaşları ona sahneye maskeyle çıkarsa seyircinin anlamayacağını söylüyorlar. Ve Jones “bir maskeyle” hayranlarının karşısına çıkıp şarkılarını söylüyor, hayranları da Jones’un taklidini(?) beğeniyorlar ve Jones her gece maskesiyle gösterilerine devam ederken, roman trajik bir şekilde gelişiyor, insanlar onun sahtekarlığını affetmiyor, vs. vs… ve Jones sonunda herkesin gözü önünde intihar ediyor… Bu bayağı ilginç bir roman doğrusu…
Bu romanı okuyan Dowinson, öldüğü söylenen Elvis Presley ile Orion arasında bağlantı kurmakta gecikmedi. Orion’un, gösterilerinde ilk 4-5 şarkıyı söyledikten sonra ara verip kulise gittiğini, sonra tekrar gelip bir gösteri yaptıktan sonra yine ara verdiğini ve programına üçüncü bir bölümle son verdiğini hatırladı… Eğer romandaki gibi bir düzen varsa, Orion’un ikinci bölümünde sahnede gerçek Elvis vardı…

Bütün Orion konserlerine gitmeye ve en ön koltuklarda izlemeye başladı. Ve sonunda kendine göre önemli bir kanıt buldu. Dinleyelim ;
-O akşamki gösteride Orion ilk bölümde hareketli şarkılar söyledi, çok terlemişti, ara verip kulise gitti, kısa bir süre sonra aynı kostümle gelip tekrar söylemeye başladı. Ama bir gariplik vardı, yine hareketli şarkılar söylüyordu, yorgun değil canlıydı, ve ne yüzü, ne boyun kısmı, ne de kostümünde hiç ter yoktu. İnanılmaz ama evet, Kral yaşıyordu ve bir-iki metre önümde şarkılarını sıralıyordu. Duygusallığın sırası değildi ve yapmam gereken bir işim vardı…
Dawinson program biter bitmez dağılan kalabalığın arasından gizlice, gösteri yapılan yerin arka kısmındaki bahçeye geçmiş. Gördüklerine inanamamış… Büyük bir karavanın önünde biraz önce sahnedeki aynı kostüm üzerlerinde olan iki adet Elvis Presley konuşuyorlarmış. Dayanamayıp “hey Elvis !!!” diye bağırmış… Sonra???..
– O an Orion ile göz göze geldik, bana “toz ol !!” diye bağırdı, öteki Elvis bir anda elindeki bardağı yere atıp yüzünü kapatarak koşarcasına karavanın içine girdi. Elvis Presley’e çok benzediğini gördüm ama onun gerçek Elvis olduğuna inanmıştım. Bodyguard’lar beni oradan uzaklaştırana kadar bir rüya içinde gibiydim. Sabahı zor ettim ve gördüklerimi savcılığa bir bir anlattım, o roman da yanımdaydı…
Başsavcı Lautt O’Graddy, Barbara Dawinson’un bu ihbarını ciddiye aldı ve derhal soruşturma açtırdı. Ayrıca bu gelişme basına da yansımıştı. Meraklı okuyucular kitapçılara adeta hücum etmişlerdi. Hepsi de “The Soul Mask” adlı romanı okumak istiyordu. Roman eskiydi ama yeni baskıları gelmeye ve raflarda alıcı bulmaya başlamıştı.. Artık, “Orion” Jimmy Ellis'in gösterileri dedektif All Jeffries ve ekibi tarafından yakın takip altına alınmıştı…
Elvis, eğer yaşıyorsa bu defa tam anlamda bir kapana kıstırılmış gibiydi, ama ortaya çıkarılacak mıydı???… Acaba??? 


Elbette, FBI’ın müdahaleleri(?) de gecikmedi…
Her yerde, herkesin dilinde, Orion muydu, Elvis miydi derken, ilginç gelişmeler oldu.
Önce, “The Soul Mask” adlı roman bir anda raflardan kaldırıldı. Sattırılmadı.
Genç muhabir Barbara Dawinson, yılın haber bombasını patlatmaya hazırlanırken, önce işinden kovuldu ve her nasıl ve nedense akabinde ani bir kararla(?) ailesiyle beraber Los Angeles'e taşındı. Ve sonra da kayıplara karıştı…
Ve nihayet, maalesef diyelim, aslında kaliteli bir Country şarkıcısı, iyi bir Elvis taklitçisi ve aynı zamanda Elvis’in de arkadaşı olan “Orion” Jimmy Ellis, bir gece kulübünde aşırı sarhoş bir müşteri(!) tarafından silahla vurularak öldürüldü…
Jimmy Ellis'in trajik ölümünden sonra, Orion ve Elvis Presley ile ilgili tüm araştırma ve soruşturmalar kapandı… Olaylar unutturuldu…
SORU : Jimmy Ellis ve Bayan Dawinson, neyin kurbanı oldular? Bütün bu olanlar aslında FBI’ın, Elvis Aron Presley’e uyguladığı bir “tanık koruma” programının gerektirdiği acımasız kuralların sonucu muydu? Var ise, neden böyle bir koruma vardı?
Hepimiz, Elvis’in Beyaz Saray’da Başkan Richard Nixon ile yan yana ve tokalaşırken çekilen fotoğraflarını hatırlıyoruz değil mi?
Elvis’in, Nixson tarafından onore edildiği, rozetler, nişanlar, ödüller verildiği vs. vs. vs. o büyük gün… Peki, o gün Beyaz Saray’da sadece karşılıklı övgüler, güzellikler, hava-su, spor, müzik mi konuşuldu? Hayır….
Pek çok Rock şarkıcı ve gurupların aksine, olağanüstü bir vatansever ve muhafazakar olan Elvis, 70’lerin başından itibaren gençleri etkisi altına alan “protest” müziğe karşıydı. O’na göre sahneye uyuşturucu alıp çıkan ve sözde rockçu geçinen bir takım şarkıcılar ve müzisyenler gençliğe çok kötü örnek olmakla kalmayıp, toplumu isyana ve devleti yozlaşmaya itiyorlardı. Bu yozlaşmanın temelinde uyuşturucular ve bunların acımasız zehir tacirleri yer almaktaydı. Ve bu tacirler oldukça yüksek mevkilerde de bulunmaktaydı.
Elvis, konumu gereği Amerikan müzik piyasasındaki pek çok noktaya direkt ulaşabiliyordu. Ne de olsa o bir “Kral”dı…
Bu nedenle, mutlaka bir şeyler yapılması gereğine inanan Elvis, Başkan Nixon’dan bir takım yetkiler ve görevler istedi, aldı ve işe koyuldu… İşin görülen kısmı “Gönüllü FBI Yardımcısı” olmaktı ama Elvis bunun dışında artık John Burrows adına ikinci bir kimliği olan gizli görevli bir FBI ajanıydı… Görevi de yıllardır sahne önü ve arkasıyla içinde olduğu müzik ve sanat dünyasındaki uyuşturucu odaklarını ortaya çıkarmak ve tam bir temizlik yapılmasına yardımcı olmaktı. 
Oldu mu?… Peki, ortalık temizlendi mi?? Devam edelim…
Elvis, büyük bir gizlilikle bu yöndeki çalışmalarını 5 yılda tamamladı ve hazırladığı, Amerikan müzik ve sinema dahil bütün sanat alanlarında cereyan eden uyuşturucu trafiğini, hem de büyük küçük, ünlü ünsüz, makamlı makamsız, isim isim, tüm figüranları ve kahramanlarıyla “raporunu” 1977 başlarında FBI’a teslim etti.
Bu gizli rapor doğrultusunda bir çok seri operasyonlar yapıldı, pek çok zehir taciri yakalandı. Elvis, ayrıca başka konularla da ilgilenmiş, bir nevi emlak ve arazi mafyası olan “Fraternaty” adlı örgütün maskesini düşürerek bu örgütün yaklaşık on milyon dolarlık (yanlış okumadınız on milyon US $) bir işini bozarak mayfaya büyük zarar verdirmişti. Elvis’in bilgileri, uç noktaları darmadağın etti.
Ama oyun çok büyüktü, işin uçları daha büyük yerlere ulaşmaktaydı. Oyunun içinde sadece sanatçılar değil, bazı eyalet valileri ve senatörler de rol almaktaydı. Kaldı ki, bu yüksek makamlarda bulunan isimler, aslında görünmeyen perde arkası güçlerinin emrinde olan kişilerdi. Sonunda art arda yapılan seri operasyonlar bir yere kadar (daha doğrusu perdenin önüne kadar) geldi ve orada kaldı… Ya perdenin arkası neresiydi? Orası mı?
Orası, artık Elvis Aron Presley’in ölüm emrinin verildiği yerdi…
İşler bir noktaya geldikten sonra daha fazla büyük baş kıyımına müsaade edilemezdi. Elvis, susturulacaktı. Ama nasıl? Çünkü o yaşa, o unvana, o raddeye gelmiş bir Elvis, tehditlerden, öldürülmekten korkacak birisi değildi.
Kaldı ki O, devletine yaptığı hizmetlerle gurur duyardı. Bu da öyle bir görevdi onun için. Bütün müzik hayatı boyunca kendisini acımasızca eleştirenlere ve karşılaştığı her tehdide “hodri meydan” demişti Elvis.

Ama, az önce de söylediğimiz gibi oyun çok büyüktü ve bu oyunu bozan asla ve asla cezasız kalamazdı.
Kalın perdeler arkasında hüküm verilmişti. Elvis Presley ya ebediyen susturulacak, ya da, içinde, yüreğinde, acısını asla taşıyamayacağı, çok kıymetli bir kurban verecekti.
Babası, amcası ve büyükannesi yaşlıydılar. Hayatı boyunca tek gerçek aşkı ve halen deliler gibi sevmekten vazgeçmediği eski eşi Priscilla da o kadar önemli değildi. Bu kurban, Lisa Marie idi…
Elvis, 9 yaşındaki kızına adeta tapardı. Ona bir şey olmamalıydı..


Bu sefer FBI koridorlarında koşuşturmalar, nerelerden girilip çıkıldığı bilinemeyen odalarda toplantılar, tartışmalar, hesaplar yapılmaya başlandı. Elvis’i veya Lisa Marie’yi, sürekli koruyamazlardı. Evine de kapatamazlardı. Turnelerde o şehir bu şehir dolaşan bir Elvis’i koruyamamaktansa O’nu sanal olarak ortalardan kaldırmayı uygun gördüler.
Peki, bütün bu icraatlar planlanırken, Elvis’e en yakın planda kim olacaktı?
Zor bir soru, ama okuduklarımız, bir takım gözlem ve yorumlarımız bu safhada karşımıza ilginç bir “kahraman” çıkarıyor? Ginger Alden…

Kimdi bu kız ve Elvis’in hayatına nasıl ve ne zaman girdi?
Kimdi? Memphis’li ünlü …… …….. Alden’in kızıydı.
Ne zaman mı? Elbette Elvis’in sevgiye, aşka, daha doğrusu sevilmeye en muhtaç olduğu bir zamanda, 1976’nın son günlerinde…
O vakitlerde 21 yaşında olan ve Memphis Trafik Güzeli seçilen Ginger, 1976 Aralık ayı ortalarında, Elvis’in Graceland’daki geleneksel Noel partisine katılma ve Elvis’le tanışma şansını elde etmişti.
O gece Elvis’le sadece iyi bir arkadaşlık başlatan Ginger boş durmamış o günlerde Graceland’da bulunan Lisa Marie’ye de kendini sevdirmişti.
O günden sonra “bir insana ihtiyacı olan” Elvis’i sık sık arayan, soran, ilgilenen Ginger Alden, kısa sürede “belki de vazifesinin ilk bölümünü tamamlamış” Elvis’in de sevgisini ve ilgisini kazanmayı başarmıştı.
Prischilla’dan sonra (ve hatta o varken de) 5 yıl gibi uzun bir süre 1972 Tennessee Güzeli Linda Thompson ile yaşayan Elvis, Linda’nın “Elvis’le yaşamak bir yarasayı yaşamaktı, gündüzleri uyuyup geceleri yaşıyorduk” şeklinde beyanat vererek kendisini terk etmesinden sonra, duygusal yönden oldukça zor bir döneme girmişti.

Linda'dan sonra kısa süre Elvis’le beraber olan Shelia Ryan’ında ayrılma gerekçesi aynıydı. Hatta Ryan ayrılık sonrası bir başkasıyla evlenmişti.
İşte bu koşullar altında zor ve yalnız günler, geceler geçiren Elvis bir anda karşısında bulduğu bu “saf, sevgi dolu ve olağanüstü anlayışlı” kızı görünce aradığını bulduğunu hissetti.
Esas elektriklenme tam yılbaşı gecesi Elvis’in Pittsbourgh’taki konserinde oldu. Ginger muhteşem bir sürpriz yapmış, Lisa Marie’nin elinden tutarak kuliste kostümünü henüz giymiş Elvis’e ziyarette bulunmuştu.
O konserin DVD’sini izlediğimde Elvis’i oldukça güler yüzlü ve mutlu bulmuştum. Elvis sahnede, önlerdeki bir sırada, Baba Vernon, Lisa Marie ve Ginger yan yana oturuyorlardı… Kale içten fethedilmişti….
1977’nin Ocak-Ağustos arası Elvis’in hayatında var olan Ginger, gerçekten vefalı, her konuda anlayışlı ve gönüllü bir sevgili miydi?
Olaya Elvis yönünden bakarsanız, Kral, sırılsıklam aşık olduğu bu kızla ömrü vefa etseydi evlenmeye karar vermişti, hatta 1977’nin Aralık ayında planladıkları düğünlerinde nikahlarını A.B.D.Başsavcısı kıyacaktı… 
“diye biliniyor bütün bu olanlar…”

Oysa, Elvis’in ölümünden bir yıl kadar sonra çok özel bir röportajda Baba Vernon Presley şöyle diyecekti ;
– Shelia Ryan tatlı bir kızdı, neden ayrıldıklarını bilmiyorum. Ama kızın Elvis’ten ayrılır ayrılmaz bir başkasıyla evlenmesine çok şaşırdım. Ginger Alden’i ise hiçbir zaman tam anlamıyla tanıdığımı söyleyemem. Saygılı ama fazla konuşmayan birisiydi. Oğlumla evleneceklerinden emindim. Ziyaretime beraber geldiklerinde nişan yüzüklerini bana göstermişlerdi. Ancak ölümden bir hafta kadar önce Graceland’da oğlumla saatlerce sohbet ettik, onu çok düşünceli ve durgun gördüm. Sonunda dayanamadım ve “gazetelerde, dergilerde nişanını ilan edeceğini okuyorum ama sen bu konudan bana bahsetmiyorsun, ne zaman evleneceksiniz?” diye sordum,
aldığım cevap “Tanrı bilir” olmuştu… Şaşkınlığımı gizlemeye ve moral vermeye çalıştım. İşte o an anlamıştım ki, oğlumun evlilikle ilgili düşünceleri tamamen değişmişti…

SORU : O gün itibarıyla tüm sanat ve müzik medyası, çevresi ve babası dahil herkes Elvis ve Ginger’ın evleneceklerinden bu kadar eminken, Elvis, böyle bir evliliğin olmayacağını ve aslında oynanan bir oyunun son perdesine gelindiğini biliyor muydu? 
Peki, Ginger Alden kimdi?
Zor ve yalnız günlerin güvenilir hayat arkadaşı mı?
Yoksa Elvis’e uygulanacak ve artık dönüşü olmayan “tanık koruma projesi”nin direksiyon ve vitesini elinde tutan bir icraat görevlisi mi?
Kaldı ki, Ginger, Elvis’in ölümünden sonra hiç ortada gözükmedi, hiçbir TV, radyo, gazete, dergi veya medya organına röportaj, beyanat, demeç vermedi.
Sustu, aşkını, acısını, anılarını kalbine gömen sevgiliyi oynadı, ve unutuldu.
Bütün bu olanlardan anlaşılıyor ki, yapılmak istenenler Elvis’e gerek resmi kanallardan, gerekse de Ginger Alden vasıtasıyla kabul ettirildi.
Dini ve batıl inançları çok güçlü olan Elvis’i ikna etmeleri kesinlikle pek kolay olmamıştır, ama eminiz ki ;
“Seni öldürüp(!?) yeniden dünyaya getirelim, yoksa Lisa Marie’ye kıyacaklar…” dendiğinde akan sular durmuştur…

Evet, artık bir sonraki süreç; 16 Ağustos 1977, saat 14:30 Graceland koşuşturmaları, Memorial Baphtist Hastanesi, 16:30’da ölüm ilanı, panik, hüzün, telaş, konuşmalar, yorumlar, Memphis Cenaze Evi’nde hazırlıklar, Graceland’daki katafalkta son gece, ertesi gün Forrest Hill Mezarlığı… 
Bitmedi…
Mezarlıklar genelde son durak olur, ama Elvis’in içinde olduğu varsayılan o pahalı, dışı mavi lake, içi çelik kaplamalı tabutun son yolculuğu definden iki ay kadar sonra tekrar Graceland’a oldu.
Ama bu defa evin arka bahçesinde “Aaron” adıyla gömülmek üzere…

Neden Graceland???
SON SORU : Siz, yukarıda anlatmaya çalıştığımız, tanık koruma programını uygulayan makamın yerinde olsanız, kendi ellerinizle ürettiğiniz, çok, ama çok önemli bir sanal cenazeyi, şehrin dışındaki asri mezarlığın bir köşesinde, yerin 1 metre altında, kaderiyle baş başa bırakır mıydınız, ya da bırakıp işinizin başına döndüğünüzde, masanızda kahvenizi, rahat rahat ve halen, yudumlayabilir miydiniz?






Kaynak: pirana52.spaces.live.com